Herkes sıcaklardan şikâyet etmeye başladı. Yüzyılın en büyük sıcakları, Çöl Sıcakları, Eyyami Bahur gibi. Türkçesi mi Arapçası mı tartışmaları. Medya ve programlarda güneşin radyoaktif ışınlarından korunmak için bir dolu tavsiye kararları. Sıcağı sevenler mutlu iken, sevmeyenler şikayetçi. İnsanoğlu tabiat, kanunu gereğince işliyor demek yerine her şeyden yakınmakla meşgul. Kar yağar soğuklardan, güneş açar sıcaklardan hayıflanır. Halbuki kimse dönüp de kendisini sorgulamaz. İklimlerin değişmesinde en büyük rol yine insanın yaptığı hatalar yüzünden demez. Bunlar dünyayı yaşanmaz kılanların sorumsuzlukları demezler. Ya insan dünya iklimine uyacak ya da iklim insana kendisini uyduracak. Aksi halde yeryüzü diye bir şey kalır mıydı ortalıkta? Allah (cc) zannımca iklimleri de insanların değişimi ve toplumun talepleri doğrultusunda yapıp ettiklerine göre biraz esnetiyor olmalı…
Elbette şehirleşmenin getirdiği çok katlı binaların arasında hissedilen sıcaklarla düz, açık veya tepelerin yükseğinden hissedilen ısı bir olmayacak. Kendimiz oluşturduk bu yapıyı, öyle güvenli binalar yaptık ki, kameralarla izlerken her yeri rüzgâr bile giremiyor(!) binalarımızın içine. Işıl ışıl renkli cam ve lambalarla döşedik yapılarımızı. Kiremit yerine saç ve petrol ürünü kaplamalarla çatıları süsledik. Güneş vurduğunda meydana gelen yansımadan ne güzel de sıcağı yudumluyoruz. Kemiklerimiz erirken kulunçlarımız da çözülüyor. Hep külfet tarafından bakmamak lazım! Nimet belki de bunca sıcak, ne dersiniz?
Evet biz yaptık böyle. Bahçeli evlerimizin yerine gökdelenler diktik. Nemrudun piramitleriyle yarışırcasına nefislerin tekebbürünü sergilemek için kat üstüne kat çıktık. Yüz katlı binaya ulaşmak için çabamız halen sürüyor. Hoş artık bahçedeki ağacın gölgesinden bakmıyoruz güneşe. Evlerimizin içine hemen sabahtan giriyor döne döne odalarımızda geziniyor. Ancak akşam batarken bizi terk ediyor. Öyle ya “Güneş giren eve doktor girmezmiş.”
Mali sıkıntı söylemleri ayyuka çıkmasına rağmen, konaklama fiyatlarının yükselişi tatil yerlerindeki kalabalığı etkilemiyor. Sıcak ve ekonomik ısınmayı iliklerimize kadar sindiriyoruz. Yardımseverlik adına bu sıcakta umreye gidenlere ‘fakir ve ihtiyaç sahiplerine infakta bulunsunlar’ tavsiyeleri almış başını gitmiş. Kendi dışımızdaki gelişmelere mızmızlanırken lüksümüzden ve akıl hocalığından hiç de geri durmuyoruz.
Biz mi çok tatminsiz olduk yoksa şartlar mı değişti? Biz mi kanaati kaybettik yoksa gerçekten dünya değişirken insanlar ve şartlarla birlikte mevsimler de mi değişti? Gerçekten böyle sıcak görmedi mi mevsimlerimiz? Yoksa “İnsanoğlu nisyanla maluldür.” diyen ata sözünde olduğu gibi unutkan mı olduk. Eskiden böyle değildi derken gözden kaçırdığımız bir sürü gerçeği atlamıyor muyuz? Ben dilimi tutarım haşa Allah’ın işine karışmam. Nimetlerine şükreder ‘Hikmetinden sual olunmaz’ derim. Mikail (as) aldığı görevi kıyamete kadar kusursuz yerine getirecektir. Bizler de imtihan olmayı sürdüreceğiz.
O halde yaz sıcağının bunaltmasını sadece dışsal etkilere bağlamayalım. İçimizde de yangınlar var. Ruhsal tatminsizlik söz konusu. Manevi açlıklar tavan yapmış. Bunalımlar ve ruhi daralmalar insanları farklı tatmin arayışlarına itelemiş. Yaz sıcağında tuzlu deniz suyu içmek çözüm yolu olarak görülmekte. Oysa teşhise göre reçete kullanmak doğru tedavi biçimi değil midir?
Yüce Mevla içimizi ve dışımızı serinletsin. Gönlümüze, aklımıza, basiretimize ve ruhumuza anlama idraki ve genişlik versin.